alis'in defteri

tam bir alis olmak, zamansız, boyutsuz ve tutarlı. korkunç mu? biraz yabancı..

uç uç böceğim annen sana bok.. yok yok viski rakı alacak. üç üç bebeğim, lüdfen artık uyusun da bünyesi neeenni..

insan barsağının (bağırmasak, çünkü doğrusu barsak) yüzde bilmemkaçı hep bok. doğururken mümkün sıçmak (bok gibi evlat da olur veya biraz değil de çokça ıkınmak). kaka yapmaktan alınan haz bağıldır erken çocukluk dönemi. parmak izi gibi hakkında konuşur gaita örneği.

bubble’a dönüş, hubble’dan bakar gibi uzak, vaay kısmet kedimli hayat, şimdi sanki düş. evim, istanbulumun göbek deliği. evimin midesi bozuk, götü zemberek. kiracımın dediği kadarıyla müsebbihi olan komşular suriyeli. biletim meh’li gidiş dönüş, aklımda tadilatı ve bekleyen evrak işleri. demek isterdim. bu isteğime zazaza diye gülebilmek isterdim. yeni nüfus cüzdanı, belki dişçi. belediye? nayır nolamaz. teyzemden aldığım kessin bilgiyle emekli dul yetim iadesi. zazaza diye gülebilmek isterdim amma-vel-ıkın veveve diye ekleniyor hepsi. şakalaar, şakalar.

bağırsak da bağırmasak da, herşey olduğu haliyle oluyor, tarihi değişen bir ders, iptal olan bir başkası, internette tam da bugün ucuz biletler, üstelik önümüz krismıs. kafam kendinden çok yüksek, hayat bana uçuş puanı ver allahsız. küçük büyüğüm kuzenimin bi’ viski siparişi var. bana gelsin frişopun rakısı.

viski. fiski. fiske. uç uç böceğim. yoksa seni ezecekler. uç git böceğim. çünkü bok var. uç dön böceğim. yoksa seni üzecekler.

asıl soru hala sorulmuyor.

Kasım 27, 2018 Posted by | Genel | Yorum bırakın

UK’de ilk backpacking’in yüklemsiz bananotum’su

Yüklemsizlik el yazısı fotolarını ekle.

Olmaz.

Sadece şimdi. York. Yol arkadaşıma çoook inceden gıcık oluyorum ama o kadar saftorik, iyi niyetli ki adam gibi kızamıyorum da. Aslında ona değil de yola yalnız çıkmak yerine, yol arkadaşı bulunca yola niyetlenmiş kendime gıcık oluyorum. Kendisi, nerdeyse 1 yıldır haftasonları at gibi çalışıp, hap gibi odamın kirasını denkleştirdiğim cafemizde barista. At-hap sesli uyumu hoşuma gitse de cafe de odam da buradaki favori mekanlarım aslında.. Neyse barista barabista S. Romanya’dan 4-5 yıl önce Londra’ya gelmiş. Dişlerini sıkmaktan genişlemiş bir çenesi ve güzel ama bakmayan bir gülümsemesi var. Bi de profesyonel fotoğraf makinesi var, hafıza kartı ve şarj kablosu yok ama. Fotoğrafçı -öyle diyor- head shot’ımı çekecekti, ajanslara vermelik.. Burada herkes ve herşey vitrinden ibaret işte. Altını doldurmayan tanımlar. Sonra paketi bi açıyorum, salatalık çıkıyor. S ile yola bi çıkıyorum, bomboş bir insan çıkıyor. İlk günümüzde kullanma kılavuzunu okudun mu dedirtecek kadar Nikon sorusu soruyor. Okumamış. Lan?? Nasıl yani? Heves? Derin konuları sevmiyorum demişti, orda bi yıkılmıştım zaten. Hadi makine yeni demek ki, neyse.. Ben Canon kullandığımdan ve kullanma kılavuzunu okumadığı kendi makinesine dair soruları bitmek bilmediğinden, ilk kez bu kadar Nikon kurcalıyorum. Soruları bitmiyor ama soruları cevaplarımın soruları, tekrar tekrar. Yorgun heralde.. En sonunda herif -bu tabiri hakediyor artık- York’ta yarım gün dslr işleyişi anlattırıyor bana. Hani fotoğrafçıydın da diyemiyorum, yüz yüze bakacağız çünkü. Gülüyorum artık ağlamaya yüz tutmuş halime. Matematik ve mantık işin içine girdiğinden ve S. de kafayı kullanmaya dair tavrını, kullanma kılavuzu okumama sebebi olarak ”birşeyler okuyunca sıkılmasıyla” açıkladığından, hem anlattırıyor, hem de dinlemiyor. Dinlemeyene anlatamam ki, sorup da dinlemeyen hele. Zıvanadan çıkacağım ama bir yandan da durum, mekanik bir bilgiyi sadece sözle anlamanın zorluğundan kaynaklanıyor olabilir. Soruları bitmiyor ama. Anlamak için sormuyor. Makinenin otomatik modda çektiğinin aynısını manuel modda çekebilmek için soruyor. Delireceğim. Sçıcam sana da makinene de diyeceğim, demiyorum. Ya 3 metre ilerisinden, ya 5 metre gerisinden gide kala, kendi vizörümün arkasaına saklana saklana günü geçiriyoruz.

Bu da olur; olanı olduğu gibi ve olduğu haliyle kabullen.

Tamam.

Ate O’clock,  Türk çayı ve diğer S.yi başka yazıda detayla yaz.

Tamam.

Şimdi. Sadece. Bath. 10 kişilik karma yatakhane. Duş aldım, saçlarım ıslak, dışarısı 4 derece. Yol arkadaşımın ilk ”dorm” deneyimi. Ben daha önce efsane yerlerde kaldım, burası bana yolda olmak hissini vermiyor. O havlu almamış yanına, benim ıslak havlumla kurulanacak. Bath’a gidiyoruz, adı üstünde, kaplıcaya gideriz belki, mayonu unutma demiştim. Mayosunu almış, havlu ı-ıh. Ama seyahat boy saç jölesi var. La havle. La havlu? Nö. Galakside nasıl otostop çekeceksin? Kitabın adını, yazarını söylüyorum bilmiyor. Olabilir tabi. Espri de yapamıyorum. Hava soğuk olduğu için taktığı beresini, sıcak ortamlara girdiğinde bile, saçları kötü görünüyor diye çıkarmıyor. Hatır hutur alnını kaşıyor sürekli çünkü o berenin önceliği insan tenini ”dalamak” sonra da kafayı ısıtmak. Ya ben.. neyse. Çünkü şık. O her kaşındığında, defalarca reddedildiğini unuttuğum öneriyi sunuyorum -bende de akıl yok- bereni çıkarsana! Saçım diyor. Bereyi çıkarsa keşke.. Daha da iyisi, kendinden pay çıkarsa keşke. Benim saçım seri yumurtlayan tavuk götü gibi ama bana dostane bir uyarı bile yapmıyor. Lazım değil, ben de durumumun farkındayım ama ordan anlasa. Bu böyle geziyor ve hala hayatta dese. Ben başkasına bakmıyorum, başkası bana niye baksın dese.. Ya da baksa ne olacak dese.. Ya rabbileri! Bir ara, kimse senin nasıl göründüğünle ilgilenmiyor diyorum. Fotoğraf makinesi yüzünden tahammül seviyem çok düşük evet ama tepem attığından değil bu cümlem, sadece boş boğazlık. Çünkü o ara gerçekten ortada ikimizden başka kimse yok. Gerçek. Kırılıyor biraz. Ben de kırdığım için hem üzülüyorum hem de yorgunluktan kendimi tartamayıp yüzüne karşı ”skicem saçını ha” diyorum. Romanyalı yol arkadaşım, gey arkadaşım, insanların küfür olarak kullandığı tabirleri cinselliğinde zevkle hayata geçiren; deneyimlerinin detaylarını cafede bizlerle paylaşan arkadaşım, Türkçe bilmediğinden boş bakıyor. Sinirimi cinsellik üzerinden gevşetmeye çalıştığım için bu sefer de kendime kızıyorum. Sonra da kendime kızdığımı farkedince üzülüyorum. Kısa bir sarmal. Bunlar hep 30-40 saniye içinde oluyor. Saniyeler sebebiyle bir daha asla S. ile seyahate çıkmayacağımı farkediyorum.  Umuyorum ya da… Muhtemel ki o da aynı düşünceleri paylaşıyor. Tek farkla, sevgili S düşünmüyor, oksimoron gerçekler:) Ya da bunları değil, kendisini duygusal anlamda sömüren fakbadisi acaba kendisiyle evlenir mi onu düşünüyor. Ve sorular devam. Evlenmez diyorum. Ne dersem zaten üzülecek zaten, halim de yok. Kasabanın meydanında canlı müzik çalan adamı dinlemek istiyorum. Olmuyor.  Zaten Krismıs şarkıları söyleyen gençleri dinlemek için durduğumda niye burda durdun demişti. Nasıl yani?? Dinlemek için. Ama kimse dinlemiyor diyor. Bir yandan da anlını kaşıyor. Of. Farkettiğim kadarıyla S. beni ben de onu bir mecburiyet, bir yalnız kalmama hissiyle yanımızda gezdiriyoruz. Birbirimizin eşliğinden keyif aldığımızdan değil. Aman tanrısı! Ne acı… Derdimiz bu olsun.

His. His ve hiç. Etimolojisine bak.

Tamam.

Şimdi. Bath. Yatakhane. Burada hosteller sadece gezginlere değil, evsizlere de çatıymış meğersem. Zihnim insan ayırmak istemiyor ama burnum, uzundur sabun kullanmadığını farkettiği yatakhane arkadaşımıza sövüyor.

Biraz dinlenmek için akşamüstü saatlerde uzanıyorum. Evsiz adamın, seni tanıyor muyum demesiyle horlamaya başlaması arasındaki süre uzayda seyahate tahvil edilebilseydi, bu yazıyı Mars’tan yazıyor olabilirdim. Mars. Uyurken arada konuşuyor. Kelimeler ve ne oldukları hakkında hiçbir fikrim yok.

Kelimeleri bir süre sonra cümleye dönüyor. Arada uzaktan bir kadın sesi duyunca anlıyorum ki meğer adam uykusundan uyanıp -ne ara- birini telefonla aramış. Varoluşunda köşesiz bir akış var. Konuşma, uyku, telefon hepsi birbirinin içinden geçiyor.

Emlakçı bir kadınla konuşuyor. Adam -o kekrek kokusu nedeniyle güya diyeceğim- güya dil eğitmeniymiş, burada Bath’ta. Çünkü baya baya uzaktan dumanla iletişim kurulacak kadar fena kokuyor. Dil öğretmeni olmasına inanamıyorum. Bağırarak kendinden uzaktaki birine ders verebilir sadece. Gerçi üniversitede iki dönem çok keyifle sosyoloji dersi aldığım K. hoca da sağlam kokardı -daha ziyade şaraba verilen zamanın duştan çalınması sebebiyle sanırım. Bu hocamızsa, telefon konuşmasından anlaşılıyor ki ev arıyor. Ev verme yetkisi olanı telefonla arıyor. Telefondaki kadının, aramanın bir hostel odasından yapıldığına, o çiş de değil de, uzun süredir (ama çok uzun) giyilen elbise ile yıkanmamış ten kokusunun karışımından, karşı ranzanın alt katında yattığım için, üst katta benim tarafıma doğru uzanmış, birbiri üstüne çaprazlanmış ayaklardaki uzun ve içi kara tırnaklardan haberi yok. Ya da adamın uzun ve turuncu saçlarından… Anneannemde görmüştüm bu turuncuyu. Kardeşi saçlarını kınayla boyamıştı ve apak saçlar havuç rengi olmuştu. Hayattaki herşeyden başarıyla mutsuz olan ve bu mutsuzluğunu daha da yüksek bir başarıyla paylaşıp yayan anneannem o saçlardan nefret etti tabi. Bu adam, bence turuncu ve omuzlarına kadar gelen saçlarını seviyor. Boyayla anneannemin kınalı saçlarına sahip olan bu adamsa anneannemin o yaşlarında değil halbuki… Saçlarının aslı tamamen beyaz.  Neden acaba? İnsanların saçları bir gecede beyazlayabiliyormuş. Nasılını merak ediyorum. Ben de böyle mi olacağım, burada ve hızlıca? Genetik piyangoyla 34 yılım 0, 2 yılım 1 beyazla geçti, son 1 yılda da 6 tane edindim. Adam da ben de yanlış yerlerdeyiz. Adam şimdilik ve tabi ki tamamen öznel ve dolayısıyla hata ihtimali sonsuz eksi 1 olan ”benim bakış açıma göre” daha yanlış yerde. Emlakçı kadını hayal ediyorum. Tipini de jenerik bir emlakçı kadın yapıyorum. Koyu renk etek üstü dekoltesiz ama kıvrım gösterir pastel tonlarda bir kazak. İnci kolye takıyorum kadına. Saçına karar veremiyorum ama turuncu olmadığı ”benim için” kesin. Sadece duyma organlarıyla algıladığı adamın tarifi de onun gösünde gerçeğinden bambaşka olmalı. Ben kadının tasavvur ettiği sonsuz eksi 1 ihtimalin o ”1”inin ayak tabanlarına bakıyorum boş boş. Kendimi yokluyorum sonra, meh.. Genel olarak kolay tiksinen, pimpiriklenen biri değilim zaten. Ama 5 duyumla algıladığım adamın bende yarattığı mini bir rahatsızlık var evet, seni tanıyor muyum derken laf olsun diye değil, gerçekten sormuş olması. Yani beni dün gece orada yatan biriyle karıştırıyorsa ve sabaha karşı yüzüme doğru hareketsiz ama gerçekten bakar gözlerine uyanırsam diye içimden geçiyor. Neyse ki geçip gidiyor.

Kadınla uzun uzun konuşuyorlar. Adamın verdiği tüm bilgiler acaba dedirtecek kadar ince ve aynı zamanda hadi len dedirtecek kadar da içi boş ve laf kalabalığı. Konuşma çok uzun, dolayısıyla uyuyamıyorum, adamın ağdalı ve yüksek sesli anlatımına teslim oluyorum ve aklım iki olasılığı da aheste aheste canlandırarak oyalanıyor. Bilgiler doğru ve adamın başına efsanevi bir çöküş gelmiş, emlakçı kadına söylediğinden daha uzun süre önce ama (çünkü gerçekten o tırnakların o boya gelmesi için en az bi 6-7 aya ihtiyacı var. Ya da delirello bir evsiz, ki evsizlerin çoğu da benzer/üstü çöküşler sonrasında o hale geliyordur herhalde. Artık kafaları öyle bir hızlanıyordur ki, yarışlarda bir anda burnu havalanan, sanki suya yine inecekmiş hissi verip aniden peşpeşe takla atmaya başlayan sürat teknesi gibiler. O taklalara hepimiz yakın duruyoruz, ama onlar atıveriyorlar işte. Aniden. Ve sonra parçalanan hayat, önceki sağlam, yekpare, gıcır gıcır tekne sanki hiç gerçek değilmiş gibi duruyor. Bir de, evsizlerde bir alkol/uyuşturucu müptelası/maduru ya da özellikle zararsız hırçın ve tekinsiz bir hava var, benim gözümde yine. Ya kontrolü elde tutamayacağım bir olasılıklar potansiyeli taşıdıklarından, ya da hepimiz o dalgalara denk geldiğimizden takla atanla karşılaşmak beni hırçın ve tekinsiz yapıyor. Biz neysek, haricimizde de onu görüyoruz. Yine bir belki.

Buranın, yani İngiltere’nin meczuplarının benim gözümde en belirgin özelliği, kendi kendilerine konuşmaları. Galiba herşey kimsenin kimseyle iletişim kuramamasından, diğerini anlamak için değil de, kendini yaymaya fırsat görmesinden pırtıyor. Fıtık pırtması gibi. Delilik mi, özgürlük mü tam tanımlayamıyorum. Kendi kendine konuşmuyorlar aslında, tam da karşılarında ya da çaprazlarında birisi varmış gibi konuşuyorlar. Bu da kolay anlaşılır bir gerçek olsa gerek. Bir anda ”aaa lan b’ dakka, o iş öyle miymiş” dedirtecek kadar uluorta ama öznellik ve geçmiş deneyimler sebebiyle zihnin tanımlayamadığı. Hani göz yanılsaması bir resim vardır, şamdan mı yüz mü diye sorarlar, o soru gelene kadar da ya şamdanı ya da yüzü görür insan; ama bir kere o soru soruldu mu da eski tek yönlü yanılgısına bir daha dönemez, artık hem şamdanı hem de yüzü görüyordur. Bu meczup insanları da bir gün öyle birden bire anlayacağımdan korkuyorum belki de. En gerçek anlamak, baya’bi’ deneyimle oluyor. Annesi ölmeyen anne ölmesinin ne olduğunu anlayamaz.

Şimdi. Günler öncesinden Londra aslında. Geç. Hepuykumgeliyorenuyumakistemediğimzamanlarda. Buyazısonrabitermi?

Unutma bana yine yazması yaşaması kadar süren uppuzzun not’umsun.

Tamam.

Kasım 23, 2018 Posted by | Genel | Yorum bırakın

09/07/2007 (11 yil oncesinden bir hikaye)

Denizin kokusu burnumda. Karanlığın içinde dalgaların usulca taşlara serilmesini hayal ediyorum. Küçük ve mütevazi kıvrımlar. Kıvrım olduklarını farketmek gerek, görebilmek için. Bu da bana yetiyor.
Nerde başladığı belirsiz, iddialı bir rüzgar getiriyor; hem denizin kokusunu, hem de taşlardan çekilen çalımsız dalgaların sesini. Çıplak kollarımı, eteğimden tutuksuz bacaklarımı ürpertiyor. Saç diplerimdeki yön değiştirmelerin bile bilincindeyim, öyle başbaşayız rüzgarla. Kuru kalan taşlarda birkaç yaprak uçuşuyor, belli. Kurudukça hafifleşen büzüşen yapraklar, dönerek, yuvarlanarak kıyıyı turluyor. Sadece karanlık, yapraklar, sandalyem ve ben. Kıyı boş. Hayatlarının ve denizin azgın dalgalarından evvel bu taşlara serilen insanlar, kıyının yaşam gürültüsünü bana ve İsmet amcanın kahvesinden getirdiğim tek ayağı aksak eski sandalyeme bırakıp çoktan gitmişler.
Demin yaprak gezdiren afacan rüzgar, şimdi arka tarafı, kahveyi kestiriyor gözüne. Oynamaktan sıkıldığı yaprakları, İsmet amcanın eşikte duran, bitap terliklerinin dibine bırakıp, tek katlı kahvenin, çimentodan sıyrılan, küçük ve biçimli taş omuzlarını okşuyor.
Karanlığın içinde biçimlenen omuzlar. Karanlıkta zihnin biçimlendirdiği, anılar güzelliğinde omuzlar. Karanlık derin ve kıvamlı. Bomboşun içinde tek renk anılar. Taş kahve ürpermiyor. Ne gözleri kısılıyor, ne titriyor. Ottan çatısı, kapı önüne çıkmış bir sarışınla tek ortak noktası. Saçlarını rüzgarla tarıyor.
Otların sesinde, başka bir sesi daha getiriyor rüzgar. Sahile inmeden önce ocağa koyduğum çaydanlık suyunu kaynatmaya başlamış galiba. Artık dönmeli.
Yavaşça kalkıyorum aksak sandalyemden. Yavaşlığım, her hareketime hükmetmekten. Sırtımı döndüğüm rüzgar, afacanlıktan çapkınlığa geçişte bir ergen, eteğimi uçuruyor. Hükümlü adımlarla, bir elimde ben gibi özel sandalyem, kahveye ilerliyorum.
Bir basamak, iki, üç. Farketmek, yine farketmek, rutinlerimi belirlememe neden oluyor. İçim sıkılıveriyor birden. Tam akacakken içimin sıkıntısı, tam boğazımdaki düğümleri çözecekken, İsmet amcanın uyanmasının öksürüğünü duyuyorum. Gürültüsüz bırakıyorum sandalyeyi kapının yanına. Aksak sandalyenin aksak ayağının altında kalıyor viran terliklerden biri. İki sakatın birbirini tamamlaması. İçeri giriyorum. Rüzgar, tenimdeki ve kulağımdaki görevine ara veriyor.
İsmet amca çıplak ayaklarını tahta zemine kesik kesik yerleştirerek mutfağa gidiyor. Yıllardan beri içtiği, bir geceye bir duble, artık onu daha fazla sarsıyor, belli. Öksürüklerle biten uykusu en az yarım saat uzadı bu yıl.
Üç beş aralıksız öksürük. Bardağa akan su. Boğazı geçen su. Şıpırtılar, lıkırtılar…
“Günaydın” diyor, bardak hala elinde.
Günaydından bi’kaç saniye sonra tezgaha konan bardak.
“Oo, diyor, yine erkencisin bu sabah..” Zeytine uzanan elini görür gibiyim. “Kurban olduğumun nimeti, sütten faydalı valla!”
Tık. Masaya çarpan çekirdek.
“Bu sabah yine çok güzelsin, pamuk kızım benim.”
Gülümsedim galiba. Acaba gördü mü gülümsediğimi?
“Hadi” diyorum, “Kahvaltıya oturalım. Ben de çayları getireyim.”
Önümden, henüz aksamamış, yaşlanmamış bir sandalyenin sesi geliyor. İsmet amca, çay yolumu açarken…

(böyleyken böyleymiş 11 yıl önce -içine tuna kiremitçi mi kaçmış, guzuuum-)

Kasım 22, 2018 Posted by | Genel | Yorum bırakın

Korumalı: uçmak denen kuş, tanışıklığın bas bas hali, simyacının gelişi ve gidişi, sevmek ve de yazılmamış eve dönüş zamanı

Bu içerik şifre ile korunmaktadır. Görmek için lütfen aşağıya şifrenizi girin:

Kasım 8, 2018 Posted by | Genel | Yorumları görmek için şifrenizi girin.

şimdiden geçmiş mi’li zaman

şimdiden geçti gitti, çok da güzelmiş-di

güzelmiş, bilmiyor ben-o, tam da yaşarken, şimdi en yakın geçmiş

güzeldi, dünde tadını kokusunu bırakan, ben-o, artık geçmiş

 

Kasım 6, 2018 Posted by | Genel | Yorum bırakın